Beyaz tavana beyaz bulutlar çizdi kafasına göre rastgele. Özenle gölgelendirdi her birini sanal fırçasıyla. Uçağa binesi geldi birden ve anında pencere kenarında buldu kendini. Önünde taze domates ve salatalık kokulu bir sandviç, bir elinde sıcak buharı ile içini ısıtan sabah çayı. Nereye gidiyor olsundu? Ankara'ya, avukat oğluyla gelinini ve de en önemlisi şirin torununu…

Yine en keyifli noktasında serüveninin - ayarlıyorlar mı ne – kaldırıldı kafası ile beraber tabii ki göz çukurları aynı anda. Böylece odasındaki küçük ekran televizyona çevrildi bakışlarının yönü, 'zızzzzzzzzzt' şeklinde bilindik elektromekanik ses eşliğinde. Yine şu anlamsız magazin dizisi, yine ünlü manken şarkıcı ekranın merkezinde, yine kameralar şişme dudaklar ile şişme göğüsler arasında mekik dokumada. Kafasını yana çevirdi kendi kafasının içinde, sonra amuda kalktı ellerinin üstünde ve 'koşar ayak' kaçmaya başladı beyaz tavan ve beyaz yatağı barındıran o bembeyaz odadan. Çıkınca kapıyı kapattı hemen, anahtar deliğini ve kapının altını beslemeyi de ihmal etmedi, sızmasın hiçbiri diye özel yaşamına. Derin bir nefes aldı nihayet gönlünce.

Eşi evdeydi her zamanki gibi. Sabahları uğrayacağını bilirdi yanına. Şaşırmadı o yüzden. Uzun beyaz saçlarını örmüştü gençliğindeki gibi, ensesi gül kokuyordu yine. Oturdu hemen iki yanına ve yorgun başını omuzlarına dayadı. Kadının içi titredi aniden, son yudumunu alarak bol şekerli sıcak sütlü kahvesinden, önündeki sehpaya bıraktı fincanı ve uzandı kemikli bedeniyle televizyon önündeki ikili koltuğa. O da aynı programı seyrediyordu: hani şu anlamsız magazin dizisi, yine ünlü manken şarkıcı ekranın merkezinde, yine kameralar şişme dudaklar ile şişme göğüsler arasında mekik dokumada. Ama O, her programı seyredilebilir kılandı, her yemeği yenilebilir, her yeri gidilebilir…

-Gerizekalılar, diye söylendi kadın içinden göz kapakları ağırlaşırken. Kocası örttü üzerini en sarıp sarmalayıcı bakışıyla ve

-Hoşça kal, dedi, bugünlüğüne, yumuşakça öpüp kaygılı alnından…

Sıra ikinci uğrak yerindeydi artık. Ver elini briç kulübü. Muhteşem üçlü aynı masadaydı yine. Ortağını kapan keltoş da pek bir sevimsizdi. 'Bunun yerine Haldun'u alsalardı bari…' diye düşündü ama negatif enerji vermek de istemedi yarım asırlık arkadaşlarına. Refik'in yanı başına iliştirdi kendini:

-İki trefl, dedi sağdaki,

-Pas, diye fısıldadı Refik'in kulağına naçizane.

Refik bir iki kaşıdı kulak arkasını, ama itirazsız tekrarladı kadim dostunun tavsiyesine uyarak:

-Pas…

-İki kör, bastırdı sıradaki…

-Pas, diye geçti keltoş…

'Niye atladım, 'iki karo' deseydim' diye esef etti Refik kendi kendine. Ama çok geçti artık. Oyun devam edecekti. Kıs kıs gülümsedi arkadan kadim dost. Arkadaşlık biraz da nüktedanlık gerektiriyordu işte böyle. Yetmese de yeterdi bunca sosyallik, biraz da baba ocağını çekmişti canı. Bir şahin gibi süzüldü engin denizlerin ve sarp dağların ötesinden geçmişe doğru. Yol ve yolakları aştı tek tek geriye iz sürerek; kaçınılmaz tesadüfleri ve emeği ve kendi seçimini barındıran.

İçinde büyüdüğü ve dedesinin inşaatçı elleri ile sıvanmış iki katlı yığma binada buldu gölgesini. Dedesi görür görmez çok sevindi onu. Her zamanki gibi koltuğuna kurulmuş, radyosu yanı başında, önünde sehpa üstü tepsisi, tepsinin ortasında antika tabakta özenle hazırlanmış arnavut ciğeri ve bir kesme kadeh taşımakta sek rakısını… Keyfine diyecek yok yani. Hafif kırmızı damarlı burnu, kısık ve neşeli gözleriyle süzüyor torununu her zamanki gibi koşulsuz bir sevgi ile. Cebinden çıkartıyor bozuk para cüzdanını ve koskoca bir 'iki buçuk lira' tutuşturuyor çocuk ellerine. Durulur mu artık oralarda?

Ver elini 'Osman Amca' şimdi. İki adım ötedeki kurabiye dükkanı paklar şekere susamış körpe dişleri. Saç örgüsü şeklinde olanların müptelası olduğunu biliyor göbekli ve çilli güleç adam. Kese kağıdına dolduruyor tatlı kurabiyeleri. Bir tane de fazladan vermeyi ihmal etmiyor tabii sürekli müşterisine.

Bir oh çekiyor ilk ısırık ve tadımla kendinden geçerek nerdeyse… İşte tam o sırada bir öksürük nöbetine tutuluyor bedeni. Hafif ve çelimsiz çocuk gövdesi ağırlaşıyor birden külçe gibi.

-Genzime mi kaçtı acaba o güzelim kurabiye tozları? Bir su veren olsa da, diye düşünürken; beyaz tavandaki beyaz bulutların üstünden aşağı düştüğünü duyumsuyor, beyaz yatağın beyaz çarşafları içine. Yine beyaz giysili ve kepli tanıdık hemşire, bir hortum daldırmış ağzının derinliklerine, göğüsleri göğsünün üzerinde…

-Böyle bitse de fena olmayacak, diye geçiriyor içinden. Hemşirenin parfümü ile iç içe geçmiş ter kokusu yine eşinin imgelemine gönderiyor beynini. Dudaklarının morardığının, ellerinin ve ayaklarının soğumaya başladığının ayırımına varamıyor ne yazık ki veya ne mutlu ki.

-Hık, sesi çıkıyor yalnızca boğazından…

Bir iki saniye sonrasında, en sarıp sarmalayıcı bakışıyla üzerini örttüğü, kaygılı alnından yumuşakça öpüp 'Hoşça kal, bugünlüğüne', dediği sevgili eşi de, o bildik kanepede, benzer bir sesle ayrılıyor yeryüzünden sessiz ve sitemsiz.

Bir iki saniye sonrasında ise, henüz sıcaklığını yitirmemiş fincanın yanındaki külüstür cep telefonu çaldırılıyor defalarca üst üste, ancak nafile, Ankara'daki avukat oğul ve gelin ve de en önemlisi şirin torun tarafından…