Kocaman bir 'Merhaba' ile başlamak isterim bu yazıya, Ruhi Su'nun 'arkasından dünyanın öteki ucuna kadar yürünebilir' hissi uyandıran sesi ile kulaklarımda.

Tam da yazma tutkusu yüreğimde yeni yeni alevlenmişken…

Tam da nerden nasıl başlarım diye düşünürken…

Tam da kendimce biriktirdiklerimi paylaşabilir miyim derken…

Çocuklar evden ayrılmış, bir 'Köroğlu-Ayvaz' kalmışken

Kendimi bu internet sitesine yazı hazırlarken buldum.

Elli üçüncü yaşımı sürdüğüm bu günlerde, 'Canan'a artık o kadar da kızmıyorum. Kabullendim yani. Ne yapalım ben böyleyim. Kendimi bildim bileli, kimi zaman izleyici, kimi zaman üretici olarak 'SANAT'la yaşıyorum. Daha doğrusu 'SANAT'la yaşadığımı hissediyorum. 'Sanat kolik'im ben kısaca… Kendimi bildim bileli bazı duyargalarım fazla çalışıyor. Tabii bazıları da bundan dolayı pek gelişemedi. Bu da yaşamımı epey zorlaştırıyor. Bir müzik tınısı içinde kaybolurken, yanımdakinin söylediğini hiç duymadığım oluyor mesela. Bir sinema filmi seyrederken, ocakta bir şeyleri yakabilirim vb. vb… Benle zaman geçirenler nasiplerini alıyorlar ne yazık bu özürlü durumumdan, en çok da sevgili eşim.

Köşemde önümüzdeki günlerde sizlerle dönüşümlü olarak bir hikaye, bir şiir, bir denememi paylaşacağım. Açılış konumuz ise 'sanat' pek doğal olarak...

Sanat nedir?

Sanat bir teknik midir?

Sanat ne kadar evrenseldir?

Deha, yaratıcılık, estetik, güzellik, emek, disiplin, mantık, bilim midir sanat?

Bunları içermeli midir?

Yüzyıllardır filozoflar bu ve benzeri soruları sormuş ve yanıtlamış eserlerinde.

Kant, 'sanat ve estetik duygusu'nun insan aklının üç ana unsurundan biri olduğunu söylerken, Nietzche sanatı, 'insanı, şeyleri kendi gücünü ve mükemmelliğini yansıtıncaya kadar dönüştürmeye iten eylem' olarak tanımlamış. Platon, 'Sanat illüzyonun illüzyonudur' demiş. Heidegger ise, 'Sanat, hakikatin eser halinde ortaya konmasıdır' sözüyle konuyu özetlemiş kendince.

Tüm bunların içinde benim en beğendiğim tanım, (Alain)Emile-Auguste Chartier'ninki oldu

-Sanat, insanın kendisini, yeniden ve yeniden kendisine yansılayan aynalara benzer.

Herbert Marcuse, bir başka özelliğine değiniyor sanatın:

-Sanat, toplumsal taşlaşma (yobazlaşmadan bahsediyor olmalı) ve şeyleşmeyi engeller. Size öyle erişilmez ve farklı bir deneyim sunar ki; insanlar, doğa ve eşyaları (etrafınızda sizi saran tüm dünyayı) size empoze edilen gerçeklerin ötesinde bir boyutta hissedersiniz.

Slavoj Zizek, (günümüzün ünlü düşünürlerinden), güncel (post modern) sanat hakkında maalesef oldukça karamsar düşünüyor. Kapitalizmin tüm dünyayı esir eden vahşetinden, sanatın da payını aldığını ve emek-para ilişkisinin ağına düştüğünün altını çiziyor. Ona göre bir bakıma 'Sanat öldü'. 19. ve 20. Yüzyıla damgasını vuran Modernistlerin, klasik dışı yaklaşımları ile, olması gerektiği gibi toplumları provoke ederek, belki sanatın son misyonerleri olduğunu ima ediyor.

Aslına bakarsanız sanatı bir iki sözle veya cümleyle açıklamak o kadar zor ki… Onu sadece hissetmek mümkün bana göre. Bunun için de illa 300-500 tl bayılıp, ……..Center'lardan bilet kapışmamız gerekmiyor.

Bazen dikkatimizi çeken bir el halısı motifinde,

Bazen 'Amy Winehouse'un o farklı ve kesintili gırtlak sesinde,

Çocuğunuzun karalayıverdiği bir resimde,

Kısacık bir hikayede,

İstanbul kokan bir şiir,

Gönlünüze göre boyadığınız bir tepside,

İlinizde, ilçenizde, sokağınızda

Bu işlere gönül vermiş amatörlerle,

Üç beş kuruşluk ve bazen ücretsiz biletlerle,

Sanatı hep beraber kucaklayabiliriz.

Gelin, egemen güçlerin bizi hipnotize ettiği o televizyon koltuklarından kalkalım.

Ellerimize ve gözlerimize yapışan o telefonları bir an da olsa kapatalım.

Aslında bizi yalnızlığa mahkum eden bireysel çözümlere takılmayalım.

Sanat, tüm insanlık tarihinden beri var olan, en eski iletişim aracı...

Gelin Birlik Olalım.