Gani Bahadır'dı çocuğun adı… 'Gani' Arnavut dedesinden geçen göbek ismi, 'Bahadır' ise babasının üç kızdan sonra nihayet bir oğlunun olması şerefine kulağına fısıldanan esas adı… Güneş halt etmişti onun güleç yüzü yanında. 'Gaydırı Guppak Cemile' nin yankı bulduğu dağ köylerinden birinde doğmuştu ve yaşıyordu, ta ki o ulvi vatan görevi uğruna askere alınana dek. Hala kulaklarında çınlıyordu; anası, babası, ablaları, eniştesi ve yeni doğmuş yeğeninin davullu zurnalı asker uğurlaması… Tam otobüs hareket ederken, yeşil hareli iri gözleri yakalanmıştı annesinin yorgun ve çipil bakışlarına…

En çok anası severdi onu, bilirdi. Hiç sıkılmazdı yanında diğerleri gibi…

Diğerleri? Diğerleri de iyiydiler aslında. Ama nasıl oluyorsa oluyor ya kızdırıyordu ve uzaklaştırıyordu onları ya da en iyi ihtimalle eğlendiriyordu ki muzdarip değildi bu durumdan; çünkü yıllardır alışıktı ve belki de bu onun etrafıyla olan tek iletişim şekliydi.

Arkadaşları ile kahvede oyun oynarken yanaştığında, O'nu hep annesinin yanına gönderen babası…

Sevdiği oğlanı babasına gammazlarsa, bir gece uyurken pipisini keseceğini söyleyen Ayşe ablası…

Babasının matematik ödevlerine yardım etmekle görevlendirdiği, ama verilen işi başaramadığından sürekli ona kızgın ve öfkeli Cemile ablası…

Birlikte büyüdüğü, saklambaç oyunlarında birden ortadan yok olan, peşlerine düşüp sokak sokak aradığı mahalle arkadaşları…

Sınıfta tahtaya çağırıldığında her verdiği cevapla kahkahalara boğulan, tahtaya yazı yazmak üzere sırtını döndüğünde silgi vs bir şeyler fırlatan sıra arkadaşları…

Bayram törenlerinde onu hep en arkaya yerleştiren sınıf öğretmenleri…

Anasını ve babasını, köyden bayağı bir uzak olan ilçe lisesine göndermeleri için ikna eden, dört sene boyunca arabasıyla getirip götüren, sanki hiç büyümemiş gibi yolda giderken en hassas noktalarını büyük bir iştahla gıdıklamaya çalışan babacan eniştesi…

Alışıktı tüm bunlara, acımazdı içi biz izleyiciler gibi. Henüz küçük bir çocuktu o. Bir görün büyüyünce neler neler becerecekti. Babası köyün bakkalıydı bir kere. Tek oğlandı aile içinde. Bakkalı o yönetecekti. Üç beş dönüm tarlaları vardı sonra; içinde ceviz, badem ne ararsan meyve ağaçları… Eh askerden dönünce de…

Nazlı…

Nazlı…

İliklerine kadar yayıldı ağzındaki gülümseme…

Mahallede komşu kızı, okulda sınıf arkadaşı, tombulca, yumuşacık gerdanlı, ay yüzlü Nazlı… İlköğrenim boyunca aynı sınıfta okumuşlardı. Liseye başladıklarında sınıfları ayrılmıştı. Pek çokları gibi ders notları daha iyiydi Nazlı'nın Bahadır'a göre.

Ama Bahadır da hiç kalmadan geçiyordu sınıflarını. İlkokula başladıktan sonra bir iki sene içinde öğrenmişti başarılı bir öğrenci olmanın inceliklerini:

'Mış gibi yapmak

veeee birlikte fısıldamak'

Herkes gülünce o da gülümserdi. Okuma vakitlerinde cümleleri arka arkaya ilişkilendirmek onu zorladığından, her sayfanın ilk satırını okur, bu arada sayfa numaraları sıralı mı diye kontrol ederdi.

Bir soru sorulduğunda 'mımmmmm' diyerek vakit kazanır, bu arada ya biri parmağını kaldırıp söz alır, ya da cevabı öğretmen kendi verirdi.

Biz izleyicilere, bir düşünürsek ömür kadar uzun ve dayanılmaz gelecek, on iki yıllık okul macerasında en zorlandığı nokta, o olmaz olası teneffüslerdi. Bitmek tükenmek bilmeyen on on beş dakikalar… Tüm kuşların istisnasız çiftleşip, üçleşip, dörtleşip yuvalandığı bir ağaç üzerinde yapayalnız olmak… Ders zili çaldığında sevincini tahmin etmek zor değil, değil mi?

Fısıldama meselesine gelince, bu O'nun toplu yapılan eylemlerde edindiği davranış biçimiydi. Mesela törenlerde hep birlikte 'İstiklal Marşı' okunurken, öğretmen sınıfa girdiğinde ayağa kalkıp 'Günaydın Öğretmenim' derken, müzik derslerinde şarkı söylerken, folklor seçmelerinde verilen yönergeleri izlemeye çalışırken, futbol maçlarında çok seyrek de olsa O'nu kaleye geçirdiklerinde… Küçük hareketler, küçük sesler kısacası… Hiç dikkatleri üzerine çekmeden…

Askerde de pek zorlanmadı dolayısıyla. 'Sağol Komutanım'ın bir farkı yoktu zaten 'Günaydın Öğretmenim'den. Fısıldayarak ve diğerlerinden yarım saniyeden fazla kopmadan… Koşmalara da alışıktı beden eğitimi derslerinden daha doğrusu koşamamalara, düşmelere zaman zaman, hep yetişememelere, hep yetişememelere… Geceleri biraz zor geçiriyordu yalnız askerde. Köyde beraberlerken, annesi fırsat bulduğunca yanına gelirdi geceleri, üstünü başını değiştirirdi, öperdi okşardı saçlarını, uzaktan babasının gürleyen sesi ile titrerdi ikisinin de içi ve geldiği gibi kaçardı anası babasının yanına.

Sınıra yakın çok soğuk bir bölgedeydi nizamiyeleri. Bulunduğu koğuşta kalorifer sistemi uzun zamandır arızalı idi. Birkaç kez onarılmıştı ancak yarım yamalak çalışıyor, sarp dağlardan aşağı inen dondurucu ayazı kesemiyordu. Neyse ki terhis olan bir genç giderken elektrikli battaniyesini ona bırakmıştı.

Bir gün daha geçmişti işte. Bir gün daha yaklaşmıştı köyüne, evine, anasına, Nazlı'sına… Ayakları da ne acıyordu ama… Postalları biraz küçüktü ayağına ama söyleyememişti dağıtım yapan görevlilere… Kimse söylememişti ki… Neyse ki battaniyesi sıcacıktı.

Gözlerini kapadı yatağının içinde, ayların günlerin hesabını yapmaya çalıştı, okulda sayfa numaralarını kontrol eder gibi… Uzaklardan patlama sesleri duyuldu… Arada sırada sınırın öte yanından gelirdi bu sesler, kale almadı hiç, uykunun derin katmanlarına teslim etti kendini.

.

.

.

Işıklar yandı birden koğuşta, başçavuş içerideydi.

-Gece eğitimiii!

-Haydi çocuklar aşıya!

Tüm koğuş hızla ayaklanırken, Bahadır kafasını yorganına gömmüş sesi sedası çıkmıyordu. Eskiden beri uykusu ağırdı, hatta çocukken bir iki kez uyurgezerliği bile olmuştu.

-Bahadır Asker!

Diye gürledi komutan yatağının tam başucuna yaklaşıp…

Bahadır tam kavuşmuşken anacığına o sıcak rüyada, babasının aksi sesi yankılanınca kulaklarında, ıslanıverdi kasıkları yumuşakcana ve aniden, içinden geçtiğini hissetti dünyanın ve belki tüm evrenin tüm ışıklarının. Aydınlandı dimağı sonsuzluğa doğru…

.

.

.

Beyaz, bembeyaz bir odada uyandı sakince ve yeşil hareli iri gözleri yakalandı annesinin yorgun ve çipil bakışlarına… En çok anası severdi onu, bilirdi. Hiç sıkılmazdı yanında diğerleri gibi…

-Guzzummmm, diye sardı bağrına güzel kafasını Bahadır'ın anaç kadın.

-Bitti artık, bitti. Merak etme.

Anasının gül kokan kuru göğsüne karıştı Bahadır'ın nefesi…

-Ana!, dedi. Yine dikip yeşil hareli iri gözlerini bitap kadına,

-Ana!

-Nazlı'yı isteyelim artık. Biz seviyoz birbirimizi.