Arabacı Abbas şarap şişesini yarılamıştı yine.

Gecelerden en güzeliydi, en güzel bir yaz gecesi…

Birinin gözlerinde ayın ışıltısı, bir diğerinde yıldızlar yankılanıyor dostluk ve alkolün kesişmesinin yarattığı o büyülü keyifle, üçüncüsü yakamozları hapsetmiş gözbebeklerine dalıp gidiyor Marmara'nın siyahi açıklarına... Çok az konuşuyorlar,
tek tük sözcük düşüyor arada çilingir sofralarına,
bazen bir iç çekiş,
bir küçük tebessüm bazen,
çöktükleri derme çatma taburelerden devrilmek üzereyken bir omuz veriş…

Çocuğun, ergen demek daha doğru olur ya, yani Berdan'ın gözleri kapalı, kumsalın sert çakılları hafiften batıyor kürek kemiklerine, uzanmış yanı başında usta alemcilerin… Gökyüzüne denizkızları çiziyor içinden gizlice, ürkek ve tuzlu bedenlerinde gezdiriyor dudaklarını…

Ayda bir iki buluşmasalar işleri rast gitmezdi. Üç kafadar doğuştan olmasa da 'Adalı' sayılırlardı. En yerlisi Abbas'tı. Ne de olsa 40 yılı aşmıştı adadaki yerleşik yaşamı. Yozgat'ın dağ köylerinden birinde doğmuştu. Berdan yaşlarında iken pılını pırtını toplayıp ayrılmıştı o çorak topraklardan. İstanbul'da birkaç akraba ona Eminönü Meyve Sebze Hali'nde iş bulmuş, hamallıkla geçimini sağlamaya başlamıştı. Halin ekabir kabzımallarından birisi de korumasına almıştı çalışkan çocuğu, ofisinin arka kısmındaki dar odada hem geceyi geçiriyor, hem bekçiliğini yapıyordu kalantor patronun. Saf değildi ancak dürüsttü, ufak tefekti ama güçlü kuvvetliydi. Parasını çarçur etmiyordu. Birkaç sene sonra bir at arabası satın aldı ve artık yeterince tanışık olduğu ticarethaneden topladığı nebatatı satmaya başladı Fatih'in arka sokaklarında…

İşte o günlerde tanıştı hayatının aşkıyla: Vergin. Samatya'da yalnız yaşayan yayasını (anneannesini) ziyarete gelirdi ara sıra genç kız. Türkler Vergin olarak telaffuzunu tercih ederlerdi ama asıl adı ailesinin kendisine hitap ettiği şekilde 'Verjine'ydi, en yakın arkadaşlarının ise 'Verjin'iydi kısaca. Ada'dan ulaşım hem masraflı hem yorucu olduğundan gelmişken iki üç gün kalır yaşlı kadının evinde, siler süpürür, dolabını doldurur öyle giderdi. Güzel sayılmazdı, çirkin hiç değildi, cana yakındı en çok. İlk görüşünden itibaren aklı takılı kalmıştı O'na. Öyle ki ninenin sokağını merkez edinmişti kendine. Üç beş ay sürdü bu etrafta dolanmalar. Ufak tefek muhabbetler, portakalın iyisi, bademlerin en çıtırı derken sebzelerin içine bir demet papatya, mis kokulu bir karanfil, kısa mektuplar… Çok zaman geçmedi, kızın peşinden Kınalıada'da buldu kendini. Vergin'in anne babası zengin bir ailenin yanında yaz kış bekçilik yapıyor ve köşkün müştemilatında yaşıyorlardı. Her buluşmalarından sonra ana karaya dönmek daha zor geliyordu Abbas'a. Bir yolunu bulmalıydı ve buldu da. Ada halkının da sebze meyve ihtiyacı vardı sonuçta. Çok kolay olmadı ama haldeki hayırsever patronunun desteği ile Ada'da arabacılık yapmaya başladı ilkin, akabinde yine patronuyla istemeye gittiler Vergin'i ve 50'li yıllarda kendi miladını kendi yaratmış, ömrü boyunca pişmanlık duymayacağı yurdunu, yuvasını, aradığı kadını bulmuştu Arabacı Abbas. Çocukları olmadı, uğraş da vermediler bunun için. On yıl evvel kayınvalidesinden sonra kayınpeder de vefat edince, eşiyle beraber bekçilik işini devralmışlar, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak yaşayıp gidiyorlardı.

Balıkçı Saadettin, emekli olduktan sonra yerleşmişti Kınalı'ya. Karısı ancak iki sene dayanabilmişti bu sefil ve münzevi yaşam tarzına. Terk edip adamı gitmişti Kocaeli'nde yaşayan kızıyla damadının yanına. Laf aramızda, iyi ki gitti, diye düşünürdü bizim Balıkçı çoğu zaman ve bunca dırdıra yıllarca neden tahammül ettim diye de hayıflanıp dururdu. Seneler boyu Bebek'te sosyetenin merkezinde balıkçılık yapmış, çok iyi kazanır ve hakkıyla harcarken ortağının kumpasına gelmiş ve elindekini avucundakini yitirmişti. Neyse ki çoluk çocuğun okumuş, evden ayrılıp bağımsızlıklarını ilan etmiş olduğu bir dönemde yaşanmıştı bu talihsiz olaylar. Öteden beri Adalar'da yaşayanlara gıpta ile bakardı. Hiç tereddüt etmedi düşünü gerçekleştirmek için çünkü kaybedecek bir şeyi yoktu.

Deniz sakinse, kayığıyla her sabah erkenden bir açılırdı; kısmetinde ne varsa avlanır, bazen kendi yiyeceğini zar zor alır, bazen kovaları dolu döner, enikonu nemalanırdı tuttuklarından. Tabii Bağkur Emekliliği olmasa çıkamazdı işin içinden ama en azından mezesini ve içkisini karşılıyordu bu tutkunu olduğu uğraş. Şimdilerde bir de Berdan vardı. Giderek daha sık takılır olmuştu yanına. Seviyordu bu çelimsiz oğlanı. Berdan bir Kürt çocuğuydu. Avcılar'da oturuyorlardı anlattığına göre, bir apartman dairesinde; annesi, babası, teyzesi, dedesi ve altı kardeşi… Geçim kaynakları 'Midye' idi, evleri bir işyeri ve tüm aile üyeleri süresiz işçiydi. Şırnak'tan göçmüşlerdi 80'lerde ilkin Çanakkale'ye, orada doğmuştu Berdan ve Abisi. Sosyetik bir sitede kapıcılık yapıyordu ailesi. Ta ki dört yaşındaki afacan abisi, bir küçük hanımefendinin kedisine 'pişşt' diyene kadar (o kadar abartmayalım, abisi ev sahiplerinden birisinin kedisinin üzerinden üç tekerlekli bisikletiyle geçmişti, yanlışlıkla veya oyun olsun diye bilemeyiz artık). Annesi üçüncüye gebeydi izbe kapıcı dairesinden kovulduklarında. İstanbul'da aldılar soluğu, Kireçburnu sırtlarında oturan bir hemşerilerinin yanına sığındılar ilk bir iki ay. Onlardan öğrendi ebeveynleri bu midye işini. İşte o gün bugündür, midye doldurulurdu evlerinde. Abisi ve O büyümeden evvel babası dağıtıma giderdi, ama artık iki oğlan yetişmiş devralmıştı bayrağı. Sadece oturdukları daireyi değil, alt ve üst katları da satın almışlar ve kiraya vermişlerdi. Çok yakında, en küçüğünden kapalı bir kamyonet süslüyordu hayallerini.

Berdan sabahın köründe ilk Adalar vapuruna yetişirdi, ustaca yüklendiği kıymetli mühimmatın ağırlığı ellerinde. Önce annesinin midye yığınlarının arasına sıkıştırdığı ekmeği kemirir kahvaltı niyetine, sonra bacaklarının arasına sıkıştırıp teslimatı, Büyükada'ya varana kadar bir kuş uykusu ile ödüllendirirdi kendini. Büyükada'da ilk teslimatı yaptıktan sonra, dönüş yolu başlar anında, Heybeliada'da bırakılır bir posta, sonra Burgaz'a geçilir ve en son Kınalıada'da son paketin teslimiyle, bu sefer eller boş ama cüzdan dolu dönülür Eminönü Rıhtımı'na ve oradan Avcılar'daki midye kokan apartmanlarına.

Mart başlarındaydı, bir ikindi vakti son paketini teslim ettikten sonra, her zaman yaptığı gibi ilk akşam vapuruna binmemişti Berdan, binmek istememişti yani. Bir sonrakine binse ne fark ederdi? İlkbaharın öncüsü bir tabiat kokusu muydu onu çeken, ergenliğin doruğuna ulaşmasıyla kanını kaynaştıran bir merak ve umursamazlık dalgası mı bilinmez. Balıkçı Saadettin'le o akşam tanıştılar rıhtımın yakınlarında. Tam ayrılmak üzereyken Berdan, Saadettin geri çağırmıştı çocuğu:

-Oğlum bu saatte vapur yok ki…

Oğlan karıştırmıştı günleri. O gece Saadettin barakasında bir köşede barındırdı onu, sabah ilk vapurla yolladı sonrasında. O günden beri Kınalıada sosyalleşme mekanı, Balıkçı Saadettin ve tayfası ise tecrübeli arkadaşları olmuştu bu iyi huylu genç çocuğun.

O en güzelinden yaz gecesinin bir köşesinde oturmuş, gözbebeklerinde yakamozları hapseden kibar beyefendi ise bir 'sanatçı olma sevdalısı'ydı. Ellili yaşlara dayanmıştı ama hala yaptığı resimler yetmiyordu ona. Aslına bakılırsa kalburüstü bir ressam sayılabilirdi, eğitimliydi, hayal gücü ve fırça darbeleri etkileyiciydi. Yalnız tüm yaşamına yayılan bir öz tatminsizlik ve memnuniyetsizlik, yüzünün üstünden bir türlü eksilmeyen burun kıvıran müşkülpesent ifade; yarattığı her eseri, sadece kendi gözünde değil, başkalarınınkinde de değersiz kılıyordu. Ada'da kiraladığı yıkık evi atölye olarak kullanır, bir iki hafta sıkı çalıştıktan sonra, Yalova'ya doktor sevgilisinin yanına dönerdi. Sevgilisi olmasa intihar edebilirdi. Hayatta bir bekleyeninin olması ne güzel şeydi. Rakı kadehini tokuşturmak üzere döndürdü kendini Saadettin'in iyice kızarmış yüzüne doğru. Gecenin üçüydü belki:

Uzaktan geçen bir teknenin motoru kıyının derin sessizliğini incecikten yırtıyordu.

Deniz, hemen beş on metre önlerinde, pürüzsüz seriliydi.

Balıkçı Saadettin ve 'Sanatçı Olma Sevdalısı' tokuştururken kadehlerini, Arabacı Abbas şarap şişesini kaldırdı 'şerefe' mahiyetinde… Berdan bu muhteşem üçlünün havasından solumak üzere tam kaldırırken başını,

bir uğultu-gürültü karışımı yankılandı oturdukları zeminden,

gökyüzü ve yıldızlar dalgalandı sanki beş on saniyeliğine,

yumuşak bir hava akımı ile çekildiklerini hissettiler denize doğru,

birden metrelerce geri çekilen,

gözlerinin önünde aniden bir uçurum yaratan,

karşı sahilleri yarım dakikada yerle bir edecek o karanlık denize doğru,

bakakaldılar,

sadece bakakaldılar ardından,

bir Ağustos gecesi,

saat üç civarı,

Avcılar'da midye kokan apartmanın…

Kocaeli'ndeki kıymetli kız evladının…

Yalova'da bekleyen doktor sevgilinin…

Farkında olmadan.