Başının üstünde göğün en güzel mavisi duruyordu. Göğün en güzel beyazı. Bu güzellikten daha güzeli daha latifi var mıydı?

Gözlerini ilerilere çok daha ilerilere bir kartalın gözleriyle bakıyormuş gibi dikerek baktı. Bir serçe kuşu için gökyüzü ne kadar da geniş dünya ne kadar da büyüktü. Kanatlarını çırparken kendi kanat sesini duyup da uçtuğuna kanaat getirmek, kanat çırpışlarıyla hissettiği o esintiye kendini bırakmak tarifi ne kadar da zor bir mutluluktu.

'Uçuyorum' dedi. 'Ben de uçuyorum…'

Yuvadan yeni uçmuş bir serçe olarak ilk denemesini yapmış ve uçmayı başarmıştı. Ama kanatları hala çok zayıftı. Bir, iki, üç diye birbirini takip eden birçok denemenin ardından uçmayı iyice olağanlaştırmış kendine yiyecek bile bulur olmuştu.

Bir gün meyveleri üstünde iyice olgunlaşmış bir erik ağacının üstüne kondu. Yediği böceklerden, solucanlardan, bitki tohumlarından daha başkaydı gagasını vurunca diline gelen tat. Hem yediği erik öyle güzel öyle lezzetliydi ki…

Bir eriği neredeyse yarısına kadar yemişti ki dalından kopan meyve yere düştü. Sonra bir başka eriğe vurdu gagasını. Sulu bir erikti yediği. Sonra başka ağaç serçeleri de geldi yanına. Onlarda ötüşerek başladılar erikleri gagalamaya. Derken kendilerine doğru yaklaşan bir ses duydular. Bir erkek çocuğuydu gelen. Sapanını gerdirip içindeki taşı serçelere doğru fırlattı. Aniden tüm serçeler uçuştu. Yavru serçe ne olduğunu anlamamıştı ki bir başka serçe bağırdı. 'Kaç, hemen kaç!' diye.

Kaçtı…

Sonra alıştı çocukların üzerine doğru fırlattığı taşlara ve o küçücük yüreğini yerinden çıkacakmış gibi attıran heyecana, korkuya. Öyle anlarda nereye uçacağını nasıl kaçacağını bilse de kalbindeki o atışlara engel olamıyordu. Bacaklarındaki güç tamamen kanatlarına kayıyor ve uçtukça uçuyordu. Sonra bir kavak ağacına, bir çalıya, bazen de bir böğürtlen dalına konup kalbindeki gümbürtünün geçmesini bekliyordu.

Böylece aylar ayları yıllar yılları kovaladı. Yavru serçe büyüdü.

Rüzgarla, yağmurla, soğukla, karla kışla baş etmeyi öğrendi. Bir ağaç dalına kıldan, çerden çöpten yaptığı yuvasında yavrular büyüttü. Güneşin doğuşuyla birlikte uyanıp, konduğu her ağacın her bir yaprağı altına bakıp rızkını aradı. Hiç endişe etmedi aç kalır mıyım? diye. Rızkı verene tevekkülü tamdı. Güneşin batıp karanlığın çöktüğü vakitlerde yuvasına karnı doymuş ve yavrularını da doyurmuş olarak döndü. Sonra göğsünden, kanatlarından düşen tüylerle yumuşacık ve sıcacık olan yuvasında başını saklayıp kanatlarının arasına huzur dolu rüyalara daldı. Mavi göğün altında kapladığı küçücük hacmiyle uyuşmasa da mevsimlerin dilini öğrendi. Ağaçlarla sırdaşlık etti. Başka kuşlarla birlikte uçmayı, aidiyeti ve de paylaşmayı sevdi.

Ama bir gün göçmen kuşlarla karşılaştı bir dere kenarında. Uzak ülkelerden geliyorlardı ve daha gidilecek yolları, geçilecek şehirleri vardı. Öyle özendi ki o kuşlara, öyle merakla dinledi ki anlattıklarını, kalan ömrünü bir hayalin en güçlü en cezp edici en can alıcı haline kendi elleriyle verebilirdi. Artık gidebildiği kadar uzağa gitmek, uçabildiği kadar uçmak, görebildiği kadar görmediklerine yaklaşmak istiyordu…

Bir sabah vakti, göçmen kuşların gitmek için uçuşa başladıklarını görünce takıldı peşlerine. Ömrünü geçirdiği çalılıklara, bahçelere, yuvasında uyuyan serçelere, insanların yaşadığı mahallelere, tüten bacalara, akan sulara, kedi seslerine, köpek havlamalarına aldırış etmeden içinde her zerresinde kendine yer edinen hayaline doğru uçtu. Önünde göğe doğru hızla kanat çırpan göçmen kuş sürüsü vardı. Dakikalarca aldığı nefesi güce çeviren bir enerjiyle gücü hiç bitmeyecekmiş gibi heyecanla uçtu.

Ama onun kaderi gitmekten çok kalmaya yazgılıydı.

Kanatlarına baktı sonra, küçücüktü. Ama göçmen kuşların öyle mi? Büyüktü kanatları ve gökyüzünde süzülerek uçmak için yaratılmıştı onlar. Uçtuklarında gölgeleri düşüyordu toprağa ama ya serçe kuşunun gölgesi! Değil gölgesi kendisi bile bakınca zor seçiliyordu uzaktan. Kalbi en nihayetinde dar göğüs kafesi içinde bir serçenin kalbi kadardı. Hem yorulmuştu. Öyle yorulmuştu ki kanatlarının artık kendine ağır geldiğini ve kendini bile taşımaktan aciz olduğunu anladı. Susamıştı üstelik. Küçükbaşını taşıyan boynundaki tüyler terden birbirine yapışmıştı. Son bir gayretle baktı önünde bir katar olan göçmen kuşlara. Bakarken bile boynu ağrıyordu. Artık uçmaya mecali yoktu. Hayalinde sahip olduğu güçle gerçekte sahip olduğu güç birbirine zıttı. Hayalinde uzak uzak şehirlere yorulmadan giderken gerçekte bir şehrin dışına dinlenmeden uçacak gücü bile yoktu.

Küçüktü. Küçücüktü. Ateş olsa cirmi kadar yer yakardı.

İçinde bir burkulma hissetti. Gitse ölecekti kalsa meraktan ölecekti. Ama ölmektense merakta kalmak daha iyiydi. Vazgeçti önündeki sürüyü takip etmekten. Olanca varlığıyla bıraktı kendini arzın kendine sığınak olan yanına.

Bir su birikintisini çevreleyen sazlık vardı az ötede. Gitti kondu bir taşın üstüne.

Sonra eğdi başını hüzünle. Küçük gagasını günlerdir susuz kalmış gibi su birikintisine uzatıp içtikçe içti. İçtikçe kendine geldi. Güneşe baktı sonra. Daha kuşluk vakti bile olmamıştı. Dakikalardır değil de saatlerce uçmuş gibi bir yorgunluk vardı üzerinde. Küçücük ayaklarıyla ıslak toprağı eşeleyip bulduğu solucanlarla karnını doyurdu.

Gölgesi üstüne düşen bir söğüt ağacına kondu.

Yaslayıp sırtını ağacın dalına, düşündü. Anladı her canlının yaratılış sırrına uygun davrandığını. Her şeyin aslına rücu ettiğini. Merakı baki olsa da o kanatlarla denizleri aşamayacağını. Bir kaşık suda boğulacağını, sert bir rüzgarla savrulacağını. Hem her kuş kendi cinsiyle uçmaz mıydı?

Biraz daha gitse yem olacaktı bir kartala. Biraz daha gitse…

Sonrasını düşünmek bile istemedi. O yüzden rüyalarına sakladı hayallerinde gittiği uzak şehirleri, denizleri, sürekli yağan yağmurları, gürül gürül akan nehirleri, yamaçları baharda çiçeğe duran dağları, inciyi, mercanı…

Açıp kanatlarını evine doğru çırpa çırpa giderken bir şarkı düşürdü diline. Balkonuna üzüm asması dolanmış bir evin penceresinde durup, saçları esen yelle yüzüne yüzüne çarpan bir kızdan işittiği:

'Sevda kuşun kanadında

Ürkütürsen tutamazsın

Ökse ile sapanla vurursun da saramazsın

Hayat sırrının suyunu

Çeşmelerden bulamazsın

Ansızın bir deli çaydan içersin de kanamazsın…'